Son günlerde kurgulanmış olduğunu düşündüğüm bir tartışma konusu var medyada. Yılmaz Erdoğan’ın yazıp, oynadığı “İnci Taneleri” adlı dizi tüm medyayı ele geçirmiş durumda. Youtube da börek tarifi bile arasanız karşınıza Dilber ve onun cüretkar, sakınmasız dansı çıkıyor.
. Bir yapım düşünün; tasarlamış, uygulamada en küçük ayrıntılara kadar titizlikle çalışmışsınız. Konu Yeşilçam’ın ilk günlerinden günümüze kadar yüzlerce versiyonu yapılmış olan alt düzey eğlence dünyası ve onun sarf malzemesi olan insanlar.
Orta derecede sinema kültürüne sahip olanlar bilir; Türk sinemasının kare asları olarak bilinen kraliçeleri de sinema serüvenlerinde en az iki ya da üç kez pavyon gülü hatta hayat kadını oldukları filmlerde oynamışlar, dekolte kıyafetlerle pavyon dansları yapmışlardır. O filmler vizyona girince dönemin izleyici kitlesindeki kadınlar pavyonlarda çalışmak için kuyruk mu oldular? Hiç sanmıyorum…
Herhangi bir konuda medyada, kamu oyunda ön sıraya geçmek isterseniz günümüz koşullarında bu çok zahmetli ve pahalı bir şey. İzleyiciye sunulan çok fazla ürün var. Rekabet hiç olmadığı kadar acımasız. Fakat bir kestirme yol var; o konuda çelişkili yorumları, gömer gibi davranıp arka planda öven fikir çatışmalarını medyaya taşırsanız bingo…
İnsan zihni planlı tekrarlara karşı zayıftır. Tekerlemelerin gücü gibi… Bir şey tek düze bir şekilde sürekli karşınıza çıkıyorsa üstelik ritm gibi, sayısal beden hareketleri (yani dans) gibi rutinlere sahipse giderek zihniniz de bu rutine eşlik etmeye başlar. Reklam piyasasının mantığı zaten budur. Tekrarlar yoluyla bilinç planlama, ürün yerleştirme.
Bu gerçekten ticari bir dehanın kullandığı başarılı bir yöntem. Bırak lehte aleyhte konuşanlar sizin adınıza doğal promosyonu yapsın. Böylelikle dizi seyretmeyenler bile “N’oluyor? Ne varmış bu dizide?” Diye klipleri izlesin. Bu sonucu tek yönlü yani olumlu yorumlarla sağlayamazdınız.
Bizim bazı halk söylemlerimiz vardır; bunlardan biri “yiğidi öldür, hakkını yeme” der. Yılmaz Erdoğan’ın oyunculuğu konusunda da bazı eleştirilere rastladım. Yılmaz Erdoğan benim kıstaslarıma göre çok başarılı bir sanatçı. İlk Mükremin tiplemesiyle kendine unutulmaz bir yer yaptı. Sonra başka yapımlar geldi arkasından. Bunlar genellikle komedi dalındaydı.
Ben kişisel fikrimi söyleyecek olursam onun komedi tarzını hep sevdim. Sosyal mesajı olan konuları işledi ve hiç sevmediğim abartılı ses ve beden anomalilerini kullanmadı. Sade ve güçlü diyaloglar ve olay zincirleriyle güldürdü, düşündürdü.
Uzun süreli komedi yapmış aktörler eğer kabuk değiştirmek isterlerse karşılarına önemli bir engel çıkar; daha önce canlandırdıkları karakterlerin izleyicide bıraktığı izler çok koyu ve kalıcıdır. Aktör ne yaparsa yapsın ilk karakter duvardaki rutubet lekesi gibi yeni tiplemeyle boğuşur, öne geçmeye çalışır. Bu nedenle Yılmaz Erdoğan’ı kaygıyla izledim. Her an Azem’in gözlerinden Mükremin’in bakmasını bekledim ama hayret… Öyle bir şey olmadı. Çok sade ve abartısız bir oyunla yalnızca yeni birini, Azem’i gördüm onda.
Gelelim Dilber’e… Bir sanatçı gözüyle baktığım zaman çok iyi planlanmış, çalışılmış bir performans sunuluyor bizlere. Gülşen’in bir süre önce sergilediği kalça dansından nefret etmiştim. İncitici derecede müstehcen gelmişti bana. Dilber’in dansını izlerken bu duygulara kapılmadığımı görerek bir kez daha hayret ettim. İlkel bir ritmle doğal gibi gösterilen ama ince bir teknik içeren bir dans sergiliyor Dilber. Her medya atağımda karşıma çıkan bu dansı geri çevirmeden izler oldum .İzlerken de “tüh keşke zamanında pavyonda çalışsaydım “ diye bir pişmanlık da duymuyorum (gülme efekti…)
Dizideki sahneler de abartısız, doğal ve inandırıcı. Dilber yaptığı cüretkar danslara karşın cahil ama iyi niyetli, özde bozulmamış bir sıcaklığı iletiyor izleyiciye. Çok iyi kotarılmış bir proje.
Sonuç olarak bu yapımdaki pazarlama, promosyon ekibini ticari zekalarından ötürü kutluyorum. En azından ben başka koşullarda sabahın köründe bu yazıyı yazmazdım.